10 Aralık 2011 Cumartesi

Vejetaryenlik Üzerine

Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.
-Ali b. Ebu Talib

Artık cevap vermekten sıkıldım bu soruya, üstelik asıl sorulması gereken soru insanların nasıl et yiyebildikleri iken benim neden vejetaryen olduğumu açıklamak zorunda kalmam ayrıca can sıkıcı... Neyse bu sohbette ben bana sorulan soruyu cevaplayayım, ama sana sorduğum soruyu da düşünürsün umarım.
Öncelikle bir ayrım yapmalı: Vejetaryenlik ile Etik sebeplerden ötürü et ve et ürünü tüketmemekten bahsediyorum; bir süreliğine et yemeye ara vermekten, sadece sağlık sebepleri nedeniyle et tüketmemekten, tadını sevmediği için yememekten vs. bahsetmiyorum. Bir hayvanı öldürüp etini tüketme hakkına sahip olup olmadığımızı sorguluyorum.

İki temel argümanım var ama önce çok bilindik bir karşı-argümandan bahsetmek istiyorum:

***

Et yemek doğamızda vardır. Zaten insanlık da uzun zamandır avlanmaktadır

Evrimsel inceleme ile başlayalım. İnsan hayvanının evrim ağacındaki en yakın akrabaları şempanzeler, maymunlar. Bu canlıların temel besini de meyve, hatta bazı türleri et yediklerinde hastalanıyorlar.

Fakat evrim bir açıklama değil, farklı bir şekilde evrimleşmiş olabiliriz. Bu durumda biyolojik yapımızı incelememiz gerekir. Etçiller canlılar ile insan arasındaki temel farklar: Etçillerin birçokları hızlı ve güçlü pençelere sahipler. Güçlü çene kaslarına ve sert dilleri etin parçalanmasına yardım ediyor. Mideleri küçük, bu sayede kasılarak etin sindirilmesinde önemli rol oynuyor. Bağırsakları kısa, bu sayede et bozulmadan vücuttan atılabiliyor ve hastalıklara sebep olmuyor.

Fakat bu farklar o meçhul doğamız hakkında bilgi vermekten uzaklar. Birinci sebep her ne kadar otçullarla daha çok benzerlik göstersek otçullarla aramızda da farkların olması. Daha önemli bir itiraz ise insanın düşünebilme yeteneği aracılığıyla yapabildiklerine dayanıyor: Belki pençelerimiz veya hızlı bacaklarımız yok ama bizlerde grup olarak hareket edebilme, mızrak ve ok kullanabilme yeteneklerine sahibiz. Çenemiz ve dilimiz pek kuvvetli değil ama bıçaklarımız ve ateşimiz* var; eti pişirip yumuşatabiliyoruz. Midemiz de zaten bu pişmiş eti daha rahat sindirebiliyor. Sonuç olarak zekaya sahip insan et yemeye doğal olarak uygundur.

(*Ateş-Pişirmek: Daha önceleri İrlandalı fizolojist Garyuz, insanı yemek pişiren hayvan olarak nitelemiştir. Sadık Hidayet Vejetaryenliğin Yararları'ında şu ifadeye yer verir: "İnsan ateşin yardımıyla asla çiğken ağzına koyamayacağı tuhaf tuhaf yiyecekleri pişirip yer ve sözümona doğayı kandırır. Bordo, 'Besin Tarihi' adlı yapıtında şöyle yazar: 'Ateşin kullanılışı insanın etoburluğunun başlangıcına kadar uzanır. Çünkü hayvanların sert ve tadı kötü kasları ateşin verdiği değişiklik olmadan yenilecek gibi değildi.")

Uygun olmadığımız bir eylemi kendimiz için uygun hale getirebilmemiz bu eylemi doğal kılar mı? Peki sahip olduğumuz her türlü yeteneği doğamız olarak kabul edip normal karşılamak mümkün müdür? Bu noktada insanın yetenekleri arasından seçimler yaparak insan doğasının son halkasını (ki bu oldukça belirsizdir) yaratan toplumsal özelliklere geçiş yapalım.

İnsanın et yemeye başlaması ile ilgili görüşlerden biri kıtlık yıllarında toplayıcılığın zorlaşması ve açlığını gidermesi gereken insanın avlanmak zorunda kalışıdır. Bu görüş ,ister doğru ister yanlış olsun, vurguladığı nokta zorunluluk ilkesidir. Bu ilkeye göre türün devamlılığını sağlama ihtiyacı şiddeti meşrulaştırabilir; fakat ihtiyaç yok olduğu anda eylemin meşruyeti de kalmayacaktır. Bugün dünyanın tarım ve biyoloji teknolojisi ele alındığında dünyanın önemli bir kısmında et ihtiyacı kalmamıştır*.

(*Et İhtiyacı: Etin diğer besinlerin yokluğundan dolayı temel besin olarak kullanıldığı çöl kabileleri, dağ insanları vb. toplulukların ete olan bağımlılıkları normaldir. --- Biyolojik olarak sadece ette bulunduğu söylenen besinlerin bitkisel gıdalardan da elde edilebileceği günümüzde bilinmektedir.)

Bu noktaya dek insan doğasına yönelik argümanların herhangi bir tarafı üstün kıldığını sanmıyorum, çünkü insan günümüzde et yemek konusunda zorunluluklarından kurtulduğu için ne yapacağına kendisi karar verebilecek durumdadır. Önceden doğanın hükmettiği insan şu an doğaya hükmedebildiği için de kendi doğasını belirleyebilecek durumdadır. Ki önceden öyle olduğu gerçeği gelecekte de öyle olması gerektiğini gösteremez.

(NOT: İnsan Doğası kısmından aslında son paragrafta bahsettiğim sebepten ötürü bahsetmeyecektim, ama yine de sürecin anlaşılması için paylaşmayı uygun gördüm. Yukarıda anlattıklarım her ne kadar "Büyük balık küçük balığı yer." doğa kanununu insan artık bu yasanın hükmü altında değildir diyerek çürütmüştür.)

***

1. Hayvanları öldürmeye hakkımız yok.

Gereklilik ilkesinin bir önkabülü var aslında: Hayvan yaşamı değerlidir. Hayvanların yaşamları da, ihtiyaç duysak da duymasak da sahip olabileceğimiz bir dolu nesneden farklı olarak en az bir insan yaşamı* kadar değerlidir. İlk argümanım bu görüşün temellendirilmesini içerecek.

(İnsan yaşamına değer vermeyen, ontolojik değerden değil sistem içindeki değerden bahsediyorum, bir düşünce tarzına karşı yaşama hakkını savunmak zaten mümkün değildir. Kendi yaşamı dahil her türlü değer olanağını reddeden bir düşünce tarzında değeri savunmak mümkün değildir.)

İnsan yaşamının değerli olduğunu varsayıyoruz, peki bizi insan kılan nedir? Burada elbette biyolojik yapımızdan bahsetmiyoruz ama biyolojik yapıya dayanan bir özelliğimizi kullanarak insanlığı açıklayan düşünceler mevcut: Homo Sapiens: Düşünce gücümüz... Biz insanlar diğer tüm hayvanlardan daha zeki olduğumuz için onlardan üstünüz ve dolayısıyla onları öldürme hakkına da sahibiz.

Fakat insanlar arasındaki zihinsel farklılıklar bize bir insanı öldürme hakkı veriyor mu? Mesela zeka geriliği olan çocukları ya da yıllardır komada yatan insanları öldürüp yeme hakkımız var mıdır? (Asıl mesele bu olmadığı için yer vermiyorum ama yukarıdaki iki retorik sorunun karşı-argümanı insanların türsel bir üstünlüğü olduğudur.) Daha da önemlisi yukarıdaki iki sorudan bağımsız olarak zihinsel kapasite burada bir ölçüt olabilir mi?

Evlerimizde beslediğimiz kedileri ve köpekleri düşünelim; ya da bir topluluk halinde yaşayan maymunları, şempanzeleri; ya da çocuğu ölünce depresyona giren atları; ya da birbirleri arasında düşmanlıklar besleyen domuzları; ya da şarkı söyleyen ve çiftleşen kuşları; ya da avcıdan korkuyla kaçan geyiği; ya da mezbahada çılgınca çırpınan ineği... Tüm bu canlılar ve sinir sistemine* sahip diğer birçokları da en az insanlar kadar zevk ve acı hislerine sahipler. Birçoklarının da bizler gibi toplumsal bir yaşamaları, duygusal ilişkileri, kendi korkuları, kendi zevkleri var. Sadece bizler gibi düşünemiyorlar diye (ki bu da tartışmaya açıktır) onları öldürme ve yeme hakkına sahip olduğumuzu sanmıyorum.

(*Sinir Sistemi: Zihinsel Yetenek Ölçütü yerine kullanılan Zevk-Acı Ölçütünün dayanağı sinir sistemine sahip olmaktır. Bu ölçüt aynı zamanda neden bitkileri yerken hayvanları yiyemeyeceğimizi de açıklamaktadır.)

2. Et Endüstrisi: İşkence, Hastalıklar ve Küresel Isınma

İlk aşamayı bir şekilde aşmayı başardığınızı varsayarak (Unutmak, unutmaya çalışmak belki de bir çözüm olabilir*) ikinci noktam olan Et Endüstrisi sürecinden ve etkisinden söz açmak istiyorum.

(*Günümüz de etin hayvanlardan elde edildiğini unutmak gibi. Bir arkadaşımın annesi bu acı gerçeği belirtirken: "Artık biz tavuk yemiyoruz ki; biz but yiyoruz, kanat yiyoruz".)

Fabrikalardaki hayvanların durumlarını betimlemeye girişmeyeceğim, zira toplama kamplarında* yaşananları betimlemek nasıl mümkün değilse bu süreci de betimlemek aynı şekilde mümkün değildir; ama yine de merak edenler PETA'nın sitesini ya da Jonathan Safran Foer'ın Eating Animals'ını inceleyebilir.

(*Şiddetin şiddet uygulayandan uzaklaştırılması süreci kolaylaştırmıştır. İnsanları direkt öldürmek yerine gaz odalarına hapsetmek ile tavukları makinenin bıçağının ellerine bırakmak bu açıdan eş değerdir. Bu süreçle ilgili bir öğretmenimden duyduğum ve açıkçası inanmakta zorluk çektiğim bir anekdot: "... Bütün bunlara ek olarak tavukların baş aşağı asılı olduğu şeritte boğazlarını kesen bıçak makinesi İslami gerekçelerden ötürü "Bismillahirrahmanirrahim" diyormuş, ama ben oradayken makine bozuktu ve tavukların çığlıkları sürekli tekrar eden "rahman"lara karışıyor, her "rahman"da biraz daha kan akıyordu." Rahman'ın sözcük anlamı pek merhametli olandır.)

Hayvanlara yapılan işkencenin yanı sıra bu süreçte hayvanlara verilen hormonlar ve antibiyotikler insan sağlığını olumsuz etkiliyor. Sadece et değil, süt, yumurta ve diğer hayvansal gıdalar da bozuluyor. Bakteriler aşırı dozda kullanılan antibiyotiklere karşı bağışıklık kazanırken hormonlu ürünler yüzünden insan vücudu zayıf düşüyor.


Hayvanlar için ayrılan topraklar dünyanın neredeyse üçte birini kaplıyor. Mısır üretiminin büyük bir kısmı açlık çeken insanlara gitmek ya da piyasaya girerek mısır fiyatlarını düşürmek yerine fabrikalarda kullanılıyor. Bir araya toplanmış hayvanların dışkıları belli noktalarda olağanüstü seviyelere ulaşıyor, hem havayı metan gazı ile kirletiyor hem de toprağı zehirliyorlar (Halbuki tezek ufak oranlarda kullanıldığında doğal gübredir işlevi görür). Et Endüstrisi çevreye dünyadaki tüm ulaşım araçlarının verdiğinden çok daha fazla zarar veriyor.

Balık endüstrisi ise apayrı bir kıyım seviyesinde. 125 kilometreye varan misinalar, ve onlara bağlı geniş misina ağları bugün okyanuslarda binlerce canlı türünü yok ediyor. Amerika'da kutusu on beş sente satılan Ton Balıklarını avlanırken 148 farklı deniz canlısı daha sebepsiz yere yok ediliyor, bir çoğunun leşi denize geriye atılıyor.

Son olarak bilmiyorsanız diye, bugün masamıza ulaşan etlerin %99'u fabrikalardan geliyor.

***

Bir itiraz: Eğer ki ben kendi koyunumu yetiştirir, yeşil otlaklarda büyütür, sadece gerekli aşıları yaptırır ve en az acıyı çektirerek hızlıca öldürürsem? Ya da kendi balığımı ufak bir oltayla yakalarsam?

Bu itiraz ne yazık ki sadece ikinci aşamayı aşmış oluyor; ama yine de böylesine düşünceli bir davranış da hiç yoktan iyidir. Ama balık denilince şu an aklıma sadece dün akşam şans eseri duyduğum sözler geliyor:

Karaköy iskelesinde banka oturmuş beklerken yanımda balık tutan adamlardan birisi hala çırpınan balığı oltadan çıkardı. Yanındaki arkadaşına dönerek: "Canlı canlı keseyim de seyret..." dedikten sonra ufacık balığı birkaç kere bıçakladı. Bunu yaparken bir yandan balığa küfrediyordu. Sonra hala çırpınan balığa "Kanka, biraz kanını akıtalım senin ya..." dedikten sonra boğazında oldukça yavaş bir şekilde bir kesik açtı... İşin en ironik yanı ise balığı kovaya atarken kendi kendine "Sadist miyim neyim lan ben?" diye söylenmesi idi.

Cevabı ben vereyim, evet öylesin, diğer herkes gibi...

Daha sonra yanımda balıklar üzerine konuşan bir aileden duyduğum söz: "Eh, kiminin şansı, kiminin şanssızlığı..." Cinayetin açıklaması bu kadar kolay olmamalı...

***

Özetle, gereklilik ilkesi gereğince artık hayvanları öldürmemiz kabul edilemez. Et Endüstrisinin yaptıkları ne etik açıdan ne de toplumsal faydaları açısından kabul edilebilirdir.

Benim vejetaryenlik algım bir dünya görüşü olarak şekilleniyor. Kişisel olarak her türlü şiddete karşı yürüttüğüm direnişimin bir parçası bu. Bu noktada belki de her ne kadar abartılı olsa da Sadık Hidayet'ten alıntı yapmak mümkündür:

"İnsan kan döküyor, zulüm tohumun ekiyor. O halde sonuçta savaş, acı, yıkım ve toplu kıyım biçecek. İnsanlık ilerlemeyecek, huzur bulmayacak; mutluluk, özgürlük ve barış yüzü görmeyecek etobur olduğu sürece."
- Sadık Hidayet, Vejetaryenliğin Yararları


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder